Buyurun efendim, hoş geldiniz.
Bu gece biraz güleceğiz, biraz düşüneceğiz.
Bazen gözlerimiz dolacak, bazen kahkahalarımızı tutamayacağız.
Tiyatro bu…
Hayat kadar gerçek, hayal kadar serbest.
Ama önce bir şey soracağım size:
Siz en son ne zaman bir “zemin katı” düşündünüz?
Böyle, evin en alt katını… Rutubetli, tozlu, eşyaların sustuğu ama hatıraların bağırdığı o katı…
İşte biz, oradaydık bu gece.
Bodrum’da, Ahududu’landık.
Kara Komedi. Zemin: Memleket.
Perde açıldı, hafif bir esinti esti:
1940’lar… Savaşın gölgesinde yazılmış bir metin,
Joseph Kesselring’in “Arsenic and Old Lace”i,
Ve yıllar sonra, Nedim Saban’ın ustalıklı dokunuşuyla
“Ahududu” oldu bizim dilimizde.
Kimi izledi, sadece güldü.
Kimi izledi, arka fonda yiten bir ülkenin sızısını duydu.
Biz… ikisini de yaptık.
Gülerken içimize işleyen bir tarihi selamladık.
Sizin Evinizde Zemin Kat Var Mı?
Dönüp bir bakın evinize.
Hani vitrinden kaldırmadığınız,
“Babaannem dedeme hediye etmişti bu çerçeveyi” deyip özenle tuttuğunuz bir eşya var mı?
Ya da şimdiki çocukların okuyamayacağı, eski Türkçe bir günlük mesela…
Anneannenizin el yazısı… Kurtuluş yıllarından satırlar…
Duvarda solmuş bir fotoğraf, arkasına yazılmış “İzmir, 1922” notu…
Bunlar eşya değil. Bunlar zemin.
Bu ülkenin altında yatan asıl temeller.
Üzerine bastığımız, unuttuğumuz, bazen hatırlayıp ağladığımız o ilk kat.
Sizin zemin katınız neyle dolu?
Malikânelerimiz Heybetli, İçimiz Harabe
Şimdi üst katlardayız.
Hayatın sunduğu “başarı”ların, “konfor”ların içindeyiz.
Gösterişli malikâneler, süslenmiş hayatlar…
Ama dışarıdan bakınca heybetli olan, içeriden çöküyor.
Gücün illüzyonu,
Paranın şarkısı:
“Ne önemi var?”
Ama Halim haklı:
“Eşya kadar olamıyoruz… En azından o, lekelerine sahip çıkıyor.”
Biz?
Biz leke bile tutmuyoruz artık.
Deliler, Susturulanlar, Unutulanlar
Sahnedeki o iki yaşlı kadın…
İyi niyetli, tatlı, biraz “deli” belki ama içleri boş değil.
Her kahkahada, bir yara izi gizli.
Gerçek hayatta da böyle değil mi?
Birileri bağırıyor, biz “rahatsız oluyoruz.”
“Delirmiş,” diyoruz.
Kaç acıdan sonra delirdiğini sormuyoruz.
İlgilenmiyoruz.
Deli mi? Susturulsun.
Yok sayalım.
Aynaya bakmayı zorlaştırıyor çünkü.
Vicdan, bazen en rahatsız edici ses oluyor.
Adalet Hanım Gelse Mesela…
Ve adalet…
Ne güzel isim…
Ama artık sadece bir kimlik kartında yazıyor.
Gerçek hayatta yerini bulamayan bir hayal gibi.
Bazısı diyor ki:
“Adalet cennette.”
Peki ya biz?
Biz diyoruz ki:
Cennet bu ülkede yaşanabilecekse,
Adalet Hanım bir gün pansiyonumuza gelecek.
Ahududu şerbetiyle birlikte.
Ve o gün…
Biz de “delilerimizi” anlayacağız.
Eşyalarımıza, geçmişimize, zemindeki izlere sahip çıkacağız.
Perde Kapanırken…
Sahneye alkışlar yükseldi.
İki Cumhuriyet kadını;
Melek Baykal ve Suna Keskin,
oyunun sonunda, bir mavi gözle bakıştı.
Dayanamadılar…
Yanına gittiler, eğildiler.
Saygıyla.
Çünkü bazı büyüklükler karşısında eğilmek,
Boyun eğmek değil,
Şahlanmaktır.
Bu oyun bir davet aslında ve bu yazida benim okuyucumu tiyatroya davetim:
Zemin kata, geçmişe, vicdana, gerçeğe…
Kimi sadece gülecek,
Kimi perde arasında içinden bir şeyin koptuğunu hissedecek.
Ama herkes, bu salondan bir nebze değişmiş çıkacak.
Çünkü tiyatro…
Sadece eğlendirmez.
Hatırlatır.
Sarsar.
Uyandırır.
Ve biz…
Uyumaya çok alıştık.
Ahududu Şerbeti Bedava,
Ama Çanakkale’ye Gidecek Yüz Lazım
Günün sonunda hepimiz içeceğiz o şerbeti.
Ama önce yüzümüz olacak.
Kendimize, tarihimize, toprağımıza bakacak yüzümüz.
Ve bir gün, belki o zaman…
Cenneti bu dünyada göreceğiz.
İyi ki varsınız Nedim Saban.
İyi ki varsınız, Melek Baykal, Suna Keskin.
İyi ki varsın Tiyatro Kare.
Ve iyi ki hala tiyatro salonları var…
Perde açık. Sahne hazır. Biz Bodrum’da izledik ama bir daha olsa bir daha izleriz. 15 Ekim’de Muğla’da açılacak perde. Alın gençleri yanınıza koltuklar sizi bekliyor. Bekleniyorsunuz.
Haydi selametle…

